Yaşam

Yağmur, The Cure ve melankoli

Hatırlıyorum, 2005 yazı biterken melankolik bir ninniydi dünya. Üzerime durmaksızın yağmur yağıyordu sanki. Ben de müziğe sığınmış, onun beni sarıp sarmalamasına izin vermiştim; her başım sıkıştığında yaptığım gibi.

Eylül başında Rock’n Coke müzik festivalinde The Cure konserine giderken yanıma kocaman, siyah bir şemsiye aldım. Bir Tim Burton şemsiyesi… Neden, bilmiyorum. Şemsiye taşımaktan nefret ederdim. Ama sanırım yağmurdan da nefret ediyordum artık.

Ya da belki de sadece kendimi kalabalığın içinde güvende hissetmemi sağlayacak ve sosyal fobilerimi yatıştıracak küçük de olsa bir desteğe ihtiyacım vardı, ne de olsa konseri tek başıma izleyecektim. Eh, gotik bir şemsiye de bana bu desteği sunabilir, hatta beni görünmez kılabilirdi.

The Cure’u sahnede göreceğim içinse çok heyecanlıydım. Onlarla büyümüştüm, beden eğitimi derslerinde onların tişörtlerini giyip bir kenarda otururdum, odamı posterleriyle kaplamıştım, yani bu konseri hak etmiştim. Hatta bana öyle geliyordu ki, kimse benden daha çok hak etmiyordu bunu. Kısacası, ben ve şemsiyem, hazırdık gece için.

Beni festival alanına babam bıraktı arabayla. Gri gökyüzünün altında uzun bir bekleyişten sonra Robert Smith’i gördüm sonunda. Konser başladı… Ve ben bir tür trans halinde izlemeye koyuldum onları.

Bir ara Robert Smith’in gözlerinden yaşlar aktığını gördüm; hangi şarkıydı, unuttum… Ter de olabilirdi tabii ama ben onun ağladığını sandım ve ben de onunla birlikte ağladım. O an için aramızda telepatik bir bağ olduğuna inanmıştım. Çok gençtim, büyük hayallerim vardı, bir kedi biblosu kadar kırılgandım. Gotik-romantik bir aşktı benimkisi.

THE CURE’DAN YENİ ALBÜM HABERİ

The Cure geçtiğimiz günlerde, tam on altı yıl aradan sonra, mevsimsel depresyonumuza depresyon katmak üzere bizlere ‘Alone’ adında yeni bir şarkı ve dahası, yeni bir albüm haberi verdiğinde (ve bu acayip olayla birlikte kaçınılmaz olarak Oasis bileşmesini bile ezip geçtiğinde) ister istemez bir kez daha o konsere, o konserdeki ruh halime ışınlandım. Dünyanın melankolik bir ninni olduğu 2005 yazının son günlerine… Bütün paramı CD’lere yatırdığım o yıllara.

Bundan çok önce, 1978 yılında ise İngiltere’nin Batı Sussex bölgesinde bütün harçlığını plaklara yatıran bir genç daha vardı. Robert Smith ismindeki bu genç 9 yaşında gitar dersleri almaya başlamış ve büyürken çeşitli rock gruplarında çalmıştı. Sonrasında okul arkadaşlarıyla bir araya gelerek The Cure isminde bir grup kurmuştu.

Smith ince bir ruhtu, biraz karanlık ve çokça melankolikti. Sesi de tıpkı gitar çalışı gibi benzersizdi. Sabaha karşı vahşi otların üzerinde beliren elmas rengi çiy taneleri gibiydi. Aynı zamanda da tekinsiz bir yanı vardı bu sesin.

Başlarda ise sıradan bir görünüme sahipti. Renksiz giysiler ve kolayca unutulacak bir yüz… Ancak kısa süre sonra görünüşünü tamamen değiştirdi. Onun kendini bulma sürecinde bir dönüm noktası oldu bu. Smith, yeni görüntüsüne sonuna dek sadık kalacaktı.

SIĞINACAK BİR LİMAN

Grup üyeleri onun önderliğinde saçlarını saç spreyiyle kabartmaya, dudaklarına her yere bulaştırdıkları koyu renk bir ruj sürmeye, gözlerine sürme çekmeye başladılar. Ucuz çizgi romanları, korku filmlerini seviyorlar; birçok farklı popüler kültür ürününden besleniyorlardı. Bu şekilde, müzik tarihinin en güzel şarkılarını yazdılar. Dahası, çok uzun yıllar boyunca birçok genç için sığınacak bir liman oldular.

O konsere giderken hiç makyaj yapmış mıydım, hatırlayamıyorum. Bazen Beyoğlu’na giderken gotik The Crow makyajımı yapardım ama nadiren olurdu bu. Üç saatten uzun süren bu olağanüstü konserde nasıl göründüğüme dair tek hatırladığım ise yalnız olduğum, kot ceketimle biraz üşüdüğüm ve gri gökyüzünün altında şemsiyemi yere baston gibi bastırarak hiç kımıldamadan ayakta durduğum.

Derken Wish albümünün en sevdiğim şarkılarından biri olan ‘A Letter To Elise’i çalmaya başladılar. Aynı anda da yağmur çiselemeye başladı ve sanırım Robert Smith bir kez daha içini çekerek ağladı.

Ben o gece şemsiyemi hiç açmadım. Yağmur şiddetlenince kalabalık biraz dağılır gibi oldu ve ben etrafımdaki boş alanın içinde, kendimi dünyanın merkezinde hissederek, gözlerimi kapatıp kendimi müziğe ve yağmura bıraktım. Sihirli bir andı bu; yağmur, The Cure ve melankoli. Düşünüyorum da, o günden sonra dünya melankolik bir ninni olmayı bıraktı ve ben yağmuru hep çok sevdim.

Şimdi yapmak istediğim iki şey var: Birincisi, geçmişe dönüp o konserdeki genç kıza sarılmak ve ona her şeyin yoluna gireceğini söylemek. İkincisi ise köşeme çekilip yeni albümün ve belki de yeni bir konserin hayalini kurarken, ‘Alone’u baştan sonra tekrar ve tekrar dinlemek.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu